Gotik Öykü: Pluvia - Caner Kösedağ
Kaybın ağırlığında delilikle yüzleşen bir anlatıcının, Pluvia’nın gölgesinde sürüklendiği gotik bir içsel yolculuğa tanıklık edin.
Pluvia
Hastalıklı kalbim ile tezat oluşturacak şekilde, kendince diğer solgunluklarla aynı kaderi paylaşan evimde, yalnız başıma, şöminedeki kor alevlerin kızgın bir şekilde bana göz kırpışlarını izler halde, kaybımı düşünüyordum.
Onun kestane rengi saçlarında kaybolabilirdim, her an, sanki derin sevgi labirentlerine girmek istercesine, kendi zihnim gibi ölüleri gömdüğümüz toprak değil de, daha açık renkli, ebemkuşağındaki turuncuyu andıran canlılığın simgesi olan, toprağı andıran saçlarının yanında, onun adı Pluvia’ydı. Ah! Canım Pluvia’m! İri kahverengi gözleriyle gökteki yıldızlardan feyz almış -ya da yıldızlar ondan feyz almış- gibi pırıltılı gülerken ki canlılığını ben bile hissedebiliyordum, kara topraktan feyz alan ben bile -onun aksine.
Amansız bir hastalığa yakalanan Pluvia’m her gün gözlerimin önünde eriyordu. Düşüncelerinin en dolambaçlı hale girdiği geceden bedenimin, ruhum gibi, tükendiği gündüze kadar çalışıyordum, onu yaşatabilmek, Hipokrat’ı unutmuşçasına hizmet veren -pahalı bir şekilde- doktorlara sikke yetiştirebilmek için. Ama nafile gibiydi, eridiği bariz belliydi. Beş yaşındaki masum bir çocuk bile, aklı yeni yeni gelişen bir çocuk bile, onun narin ve canlı bedeninin gittikçe bittiğini, adını taşıdığı yağmurun -ah canım Pluvia’m- ıslattığı, yeni canlar bitirdiği, ölüleri altına alan toprağa yaklaştığını görebilirdi.
Ve yüce Ay en tepedeyken çanın çalmasıyla o ruhunu teslim etti. Onun ölümü ne acıdır ki, kaybından delireceğim. Delirmeye o kadar yaklaşıyordum ki, dehşete düşüren rüyalar yetmediği gibi bilincimin açık olduğu saatlerde de imgelemler, sanrılar görüyordum. Bu sanrılar o kadar dehşet vericiydi ki, yağmurun altında, karanlığın güçsüzleri affetmeyeceği vakitte bir Tanrı’nın kulunun bulunmadığı bir yerde, uzaklarda olan Ay ve çocuklarının izlediği, izlemekten başka bir şey yapamadığı, yapamayacağı yahut ilahi kanunlar gereği yapmadığı anlarda, yalnız başına kalan, ya terk edilmiş ya da ettirilmiş bebek gibi ağlayasım geliyordu.
Dehşetten ağlıyordum. Her gece, her gün, onun kestane rengi saçlarının kokusunun bulunmadığı yatağımıza -eskiden yatağımızdı- başımı koyduğumda, gözümün yaşlanması ve yastığımı yağmurun toprağı ıslattığı gibi ıslatması beni kahrediyordu. Fakat bu hüznümün ve kaybımın yanında gördüğüm sanrılar.. Beni delirtiyordu. Deliliğe yaklaşmaktan deliliği yaşamaktan o kadar çok korkuyordum ki, göz yaşlarım yine geliyordu, sanki Pluvia’yı hatırlarcasına. Hayali korkunç çürümüş fareler, penceremde beni izleyen karanlığın bakışı timsali kediler, evimin çürümüş deliklerinden çıkan böcekler… Zihnim gittikçe çürüyordu. Önce çok irkiliyordum ama sonrasında gelen hüzün -aklımın yerinden gittikçe çıkıyor olmasının getirdiği…
Kafamı toplamalıydım. Gece yürüyüşe çıksam lanet gibi nail olduğum yalnızlığın yanında, doğanın bahşettiği serinlik ile zihnimin açılması pek iyi bir fikir gibi geldi; başta durum böyleydi. Şehrin sokaklarında yürümeye başladım. Kaldırımlarda her bir adımımla yüzüme hafif bir esenlik veren rüzgarı hissediyordum. Ruhum daha iyiydi, doğrusu güvendeydi -kendimi emin ellerde gibi hissediyordum sanki. Kaldırımlarda yürürken önüme çıkan dikilmiş ve kökü kara toprakta olan dev ağaçların dallarını süsleyen canlılığın, varlığın temsilcisi olan açık yeşil yaprakları beni rüzgarda beni selamlıyor gibiydi. Ben de onlara saygımdan -böyle olsa gerek- Müslümanların namaz adındaki ibadetlerinde yaptığı gibi rüku misali eğiliyordum. Ama aslında olan çok farklıydı. Bu dediklerim sadece kurtarılmayı bekleyen, yarım kalmış ruhumun söyledikleri.
Gerçekte olan rüzgar katı soğukluğunu içime, nakış gibi işliyor, gecenin zifiri karanlığından duyduğum tekinsizliğin korkusuyla karışık şekilde titrediyordu, tüm bedenimi, aciz kalmış, onun yokluğundan. Ağaçlar -kara toprağın koyu kara yeşil yapraklı ağaçları- ise önümü kesiyordu, sanki ruhumun refahına giden bu yolu kapatırcasına. Ben de eğiliyordum, çaresizliğimin dışavurumu olarak, doğaya karşı -elini bükemediğim.
Biraz daha ilerledikten sonra garip şeyler olmaya başladı. Koca ağaçların yaprakları gitgide siyaha çalmaya başladı. İri gövdeleri çürüme göstermeye başladı, ruhumun yansıması olan, ama daha beter bir şekilde. Ağaçların çürüyen yerlerinden böcekler çıkıyordu, kapkara olan bu böcekler, dehşete düşen gittikçe dağılan aklıma ters olarak düzenli bir sıra izliyorlardı. Ağaçların gövdelerinde sarmal şekilde ilerleyen bu haşereler saat yönünde döne döne aşağı, toprakta açılan çukurlara giriyorlardı, kalbimdeki gibi olan. Onun yokluğundan sonra kalbimde dev bir çukur açmıştım, onu gömmek için… Şimdi bu çukur tekrar açılıyordu sanki.
Nefes nefese kalmış haldeydim. Yürüyüş hızımı arttırdım. Biraz daha hızlansam koşuyor olacaktım. Korkuyordum. Şaşkındım ve yönünü kaybetmiş, elinden annesini kaçırmış çocuk gibi sadece önüme yürüyordum. Kalbim çok hızlıydı, göğsümü parçalayıp yaracak gibiydi. Her nabızda göğüs kafesim öne doğru kırılacaktı sanki. Refleks olarak kafamı yukarı çevirdiğimde karanlığından kendisinden başka bir şey yoktu. Gözlemci Ay ve çocukları da yoktu. Yalnızdım.
Biraz daha hızlandım. Kalbime ayak uydurmam gerekiyordu. Kalbim benden de hızlıydı, kalbim bana değil, ben kalbime hizmet ediyordum. Göğüs kafesim ciddi boyutta zorlanıyordu, her nabızda kırılmamak için. Ağaçlar, rüzgarın daha da hiddetlenmesi ile daha da hareketlendi. Hızlı tempoda kalbime yetişmek için artık koşuyordum. İlerlerken gittikçe hızlanan ağaçlar dallarıyla bedenimde çizik açtılar. Bedenimde açılan çiziklerden kan, bedenimden gittikçe daha da fazla şey eksilirmişçesine akmaya başladı. Vücudumda salınan hormonların etkisiyle çiziklerin acısını duymuyordum. Fakat kan akışına baktığımda dehşete düşmüştüm. Sanki canlı bir sıvıymış gibi aşağı, toprağa doğru akıyordu. Toprakla buluşmak istiyordu. Daha da ilerledim. Kalbim daha da, daha da hızlıydı. Bu hızda bir kalp insanı öldürürürdü. Ama ben hayatta kalıyordum. Çok korkunç! Ölmek istiyorum! Delirmek… Bunlar… Bana fazla! Hayır! Ölmek istiyorum! Zihnim parçalanıyordu. Bunu hissediyordum. Şehir yıkılıyordu. İnsanlara barınak olan evler birer mezar taşına dönüşüyordu.
Bir an kendimi düşer gibi hissettim. Başım döndü. Ruhumun karanlığını unuttum, etrafın karanlığından. Ruhumu unuttum, düştüğüm mezarlıkta. Tam ortasındaydım, ormanlık bir alanın. Ağaçlar sessizdi, rüzgar sakindi. İşte bu daha da dehşet vericiydi. Mezar taşlarının çevremi sardığı, ağaçların sanki az sonra olacaklara ilahi şahitlik yapacağı, çiçeklerin kuruyup çürüdüğü, etrafımı ve benliğimi karanlığa bürüdüğü bu ormanda tek başınaydım. Bu sessizlik bana gerilimin en âlâsını yaşatıyordu. Kendimi bir örümceğin ağına yapışmış, tuzağa yakalanmış gibi hissediyordum.
Sağ ve solumdan hışırtılar gelmeye başladı. Rüzgar hareketlendi ve yaprakların arasından kulağıma toprağın sesini taşıdı. Toprak hareketliydi. Toprak hareketliydi, sanki yeni bir bitirecek gibi…
Sağ ve solumdan, toprak parçaları toz gibi arkamdan yanlarıma doğru ve oradan da tam karşıma doğru hareket ediyordu. Gittikçe şekilleniyordu. Ana hatları belli oldu, bu bir insan siluetiydi. Hayır… Hayır! Bu bir insandı. Zayıftı, zarifti. Ve… Çok güzeldi… Ama aynı zamanda kalbimdeki çukuru daha da derinleştirerek çok korkunçtu. Bu Pluvia’ydı. Ah! Canım Pluvia’m!
Toprağın şekil almasından sonra tamamlanan bu güzel ilahe elini uzattı. Avuç içi açıktı ve benden bir şey istiyordu. Ona doğru adım attım. Bir şey olmadı. İkinci adımımı da attım. Ah! Saçmalama! Bu Pluvia! Benim güzel Pluvia’m! Ona doğru koştum! Yaklaştığımda birden felce uğradım. Vücudum kaskatı kesildi. Kalbim yine hızlanmaya başladı. Nabzımın hızının yanında benim hareketsizliğim… Boğuyordu… Sıkışmışlığın en beterini yaşıyordum. Öyle ki hücre hapsi şu an bana lütuf gelirdi.
Gitgide kalbim hızlanıyordu ve göğüs kafesimi zorluyordu. Pek vakit ilerlemeden göğsümde kemiklerin kırıldığını yüksek bir acıyla hissettim. Kalbimde bir patlama hissi duydum. Göğsüm yarılmıştı. Kazdığım ve onu gömdüğüm çukur açılmış gibiydi. Parçalanan göğsümden kalbimin bir parçasının çıktığını gördüm. Doğrudan ona, Pluvia’nın eline gitti. Pluvia elindeki kalp parçasını kendi göğsüne koydu, içine çekti ve bütünleşti. Bana olan bakışları ölü gibiydi. Ama artık canlanıyordu. Burada ilk karşılaştığımda ölümü hatırlatan kapkara saçları tekrar benim tanıdığım Pluvia’nın saçlarına, kestane rengine dönüyordu. Beyaz, cam gibi gözlerinde kahverengi irisin oluştuğunu görebiliyordum.
Ben… Bana… Ölüyordum… Bedenim toprağa dönüyordu. Toz haline gelip toprakla bütünleşiyordum, aşağı çekiliyordum. Ah! Pluvia’m! N’aptın bana? Yağmur yağmaya başladı, tamamen toprağa döndüğümde.
Yazar: Caner Kösedağ
Yazar Notu: Bu öyküde uzun paragraflar kullandım. Bu tercih bilinçliydi: anlatıcının ruhsal sıkışmışlığını, bastırılmış acılarının daralan zihninde nasıl boğucu bir hâl aldığını okura doğrudan yaşatmak istedim. Bu yapıyla, okurun da nefes alma alanı bulamaması, anlatıcının deliliğe yaklaşan iç yolculuğuna daha derin bir empatiyle eşlik etmesi amaçlandı. Eğer kendinizi okuma sırasında yorulmuş, bunalmış ya da yükselen bir tansiyon içinde bulduysanız — tam da bu, öykünün ruhuna ortak olmanız demekti.
Pluvia’nın ardından gelen bu yolculuk sizde ne uyandırdı? Yorumlarda, öyküdeki simgelerin ve duyguların sizde yankılanan taraflarını duymayı çok isterim.
Orijinal olarak Sahir Dergi’de yayımlanmıştır.
Instagram: caner_kosedag
Bluesky: canerkosedag
Taşikardi